Tarih

VARDIK, VARIZ, VAROLACAĞIZ!

19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başı, hem dünya tarihinde hem de marksist-leninist düşünce/davranış pratiğinin şekillenmesinde oldukça önemli bir yerde durur. İstikrarsızlıklar, krizler ve savaşlarla sarsılan Rus otokrasisi ve Avrupa’daki burjuva egemenlikleri kitlesel işçi sınıfı eylemleriyle sarsılıyordu.

Mücadelenin büyüdüğü ve yeni tartışmaların gündeme geldiği bu verimli dönemde; devrimciler Marx ve Engels’ten yoksundu ve bu dönem kendi önderlerini yetiştirmek durumundaydı. Ernst Mandel’in ifadesiyle “‘Öznel Etmenin Marksist Teorisi’ olarak adlandırılabilecek bölümü sistematik olarak ele almak başta Lenin (…) ve Rosa Luxemburg olmak üzere [Marx’ın] en yetenekli takipçilerine” düşmüştü.

Rosa ve Spartaküs Birliği

“Durağan” bir dönemle kıyaslandığında; siyasetin hareketlendiği dönemlerin kritik zamanlarında, siyasetçilerin yapacakları tercihlerin tarih karşısında çok daha ağır bedelleri olabilir.

Büyük Savaş’ın ardından; Bolşevikler “muzaffer” Ekim Devrimi’ni insanlık tarihine kazandırırken; Kautsky’nin de kuyruğuna takıldığı Alman revizyonizmi, ulusal burjuvaziyle birlik olup savaş bütçesini oyladığında Alman devrimine sırtını dönerek Hitler faşizmine giden yolu açıyordu.

Savaş döneminde Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde (SPD) yaşanan saflaşmada, başta Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Leo Jogiches gelmek üzere Alman devrimcileri “Spartaküs Birliği”ni kurarak kendilerini ulusal burjuvazinin çıkarlarını marksizm adına savunan reformist çizgiden ayrıştırdılar. Ancak disiplinli ve ortak politikalara bağlı bir parti kurma konusunda geç kaldıklarını, sonrasında yaşananlar ortaya koyacaktı. 1918 Alman devrimi “gerçekleşmeyen devrim” olarak tarihteki yerini aldı.

Bununla birlikte, paramiliter güçlerce tutuklanıp, dipçik darbeleriyle katledildikleri son ana kadar enternasyonal proletarya sosyalizminin karşı-devrime meydan okuyan dirençli tavrıyla hareket ettiler: 

“Berlin’de düzen hüküm sürüyor. Sizi budala çakallar! Sizin ‘düzen’iniz kumdan inşa edilmiştir. Yarın devrim bir kere daha ayağa kalkacak ve trompet sesleriyle haykıracaktır: Buradaydım, buradayım, hep burada olacağım!”

Tıpkı, 1905 devrimi başladığında tüm zorluklara rağmen trene atlayıp Polonya’ya gitmesinde olduğu gibi; Rosa, cezaevinden çıktıktan sonra, yaşamının son altı ayını, 1917’nin şafağında, devrim günlerinin olağanüstü temposu içerisinde geçirdi. Spartakist ayaklanmanın bastırılmasının ardından tüm uyarılara rağmen Almanya’yı terk etmeyişleri bu meydan okumanın en önemli kanıtıdır.

Bir mektup ustası

Rosa Luxemburg’un en bilinen özelliklerinden bir tanesi yazın alanında- özellikle de ardında bıraktığı mektuplarda-ki edebi başarısıdır. Biyograficileri tarafından enine boyuna incelenen belgeler niteliğindeki mektupları, Rosa Luxemburg’un kişiliğini ve onu yaratan tarihsel nesnelliği analiz edebilmemiz açısından büyük önem taşıyor.

Bu durumu Gilbert Badia, şu şekilde ifade ediyor: 

“Bu mektupları okuyanları etkileyen şey, ilkin bu kadının zevklerinin ve yeteneklerinin çeşitliliğidir. O, her şeyle ilgileniyordu: Tarih ve ekonomi politikle, tüm ülkelerin edebiyatıyla, resimle, yontuyla, müzikle, jeolojiyle, zooloji ve botanikle. Öyle görünüyor ki, aynı coşkuyla ve tartışma götürmez bir yetenekle…”

Öte yandan, bu niteleme pek çok doğru ifade içerse de bugün, tek başına kullanıldığında Rosa’yı anlatmakta yetersiz kalacaktır.

Bugün Rosa değerlendirilirken mektuplarındaki edebî kalite ve romantizmle süslenip sahip olduğu bu özelliklerle sınırlandırılıyor; “duygusallık” onun en önemli özelliği olarak öne çıkarılıyor. Bu sınırlandırma Che Guevara’yı çeşitli metalarda simgeleştiren ya da onun serüvenci ruhunu başıboş bir maceracılığa indirgeyen bakış açısından farksızdır.

Rosa’nın yaşantısında karşılaştığı güçlüklerin onda bıraktığı olumsuz etkilere bu mektuplarda rastlamak mümkündür. Rosa bir Yahudi, bir kadın, Almanya’da Polonyalı bir yabancıdır. Küçüklüğünde geçirdiği bir rahatsızlık sonucu bir ayağı topaldır.

Bugün sistemin saldırılarıyla yalnızlaştırılan, ezilmişliklerini bir mücadele nişanından çok bir bunalım ve suç unsuru sayan pek çok genç kendi buhranlarında boğuluyor. Rosa, yaşamındaki olumsuzlukları birer mücadele gerekçesi haline getirmeyi başarabilmiş bir önderi simgelemektedir. Rosa’nın özgürleşme pratiğinde gözlemlediğimiz cesaret, özveri ve devrimin yolunu takip etmedeki kararlılık ona giydirilen bu gömleği nasıl yırtıp attığının en güzel göstergesidir.

Onun yazdıklarını ve tartıştıklarını bugün daha iyi inceleme ve analiz etme olanağına sahibiz. Bugün devrimin meşalesini Rosa’nın bıraktığı yerden taşımak sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Tesadüf değildir ki Bernsteinlar ve Kautskyler tarihin çöplüğüne atılmaya yazgılıyken, Rosa aradan geçen yaklaşık bir asırlık süreye rağmen ezilenlerin kurtuluşuna yol gösteriyor: 

“O, bir kartaldı, hala da bir kartaldır. Rosa Luxemburg, bütün dünya devrimcilerinin anısında aziz olmakla kalmayacak, eserleri birçok devrimci kuşağın eğitimi için çok faydalı bir ders olacaktır.”

.

0 %