22 Ağustos 1971 Pazar günü Kuzey Makedonya’nın Manastır şehrinde günlüğüne, “Niçin yaşıyorum? İşlerimden hemen hiç birisi bitmedi. Kimin bitmiştir ki? İçten örnek bildiğim Marks-Engels neyi bitirebildiler?” diye yazmıştı.
Dönemin Sosyalist ülkelerinin kapıları arka arkaya yüzüne kapatıldıktan sonra günlüğünün 30 Temmuz tarihli sayfalarına, “Sofya ve Berlin’den Moskova emriyle kovuldum. Şimdi üç ölüm cezasıyla mahkum bulunuyorum:
- Prostat Adeno Karsinom başlangıcı. Yetmişinde insan için tabii ölüm hükmüdür. Ona bir diyeceğim yok. Ondan kaçamam.
- Türkiye’de Sıkı Yönetim Mahkemesi, “Yılanın başı”, “Azılı komünist” olarak idam cezasıyla tevkifime karar verdi. Bunu da sosyal ve politik bakımdan “tabii” sayıyorum. Bundan kaçtım.
- Nerede ve hangisi olduğunu bilmediğim bir “Türkiye Komünist Partisi”, beni bu sıra Parti’den atmış. Bu moral “idam” kararını artık “tabii” bulamıyorum ve kaçamıyorum.
1.ve 2. Ölüm cezaları olacağına varır. 3. Ölüm cezasına karşı hiç değilse burjuva mahkemelerindeki kadar savunma hakkımı kullanmazsam, bu savaş dünyasından giderayak, son görevimi, yapmamış olurum” notunu düşmüştü.
Son görevini yapmak amacıyla dönemin Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Leonid Brejnev’e yazdığı mektupta:
“Ben, gene bir ‘Azılı Komünist. Moskova’ya git.’ diye bağırılarak, 40 yıldan fazla ağır cezalara mahkum edilip, tüm 22 yıl yarı derebeyi Türkiye’nin zindanlarında kaldım.”
“Gene ben, Mart 1971’den beri, CIA’nın yönettiği faşisto militarist İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesince tezgahlanmış bulunan ölüm cezası altında, hep ‘Azılı Komünist. Moskova’ya Git!’ diye bağırılarak, yeniden kovuşturuluyorum ve bütün Türkiye radyoları ve gazeteleri tarafından afişleniyorum” sözleriyle kendini tanıtıyor ve İstanbul Sıkı Yönetim Mahkemesi savcısının iddianamesinden aşağıdaki paragrafı aktarıyordu:
“İstanbul I. Sıkıyönetim Mahkemesi savcısı iddianamesinde şöyle der: “Ayrıca sol cephede, bunlardan başka “Sosyalist” adlı gazetenin etrafında ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın sosyalist görüşleri içinde ayrı bir sol grup teessüs etmiştir. Rus komünizmi taraftarı ve aşırı Marksist-Leninist, taviz vermeyen bir gruptur…”
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dan söz ediyoruz…
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de devrimci mücadelesini sürdürmekte olan “aşırı Marksist-Leninist, taviz vermeyen bir” grubun önderi olarak nasıl olmuştu da, ülkesinde vur emriyle arandığı, kanser kanamalarıyla boğuştuğu günlerde dönemin Sosyalist ülkelerinde kendine küçük bir hastane yatağı dahi bulamamıştı? Bu soruya verilecek yanıt, 100. Kuruluş yıldönümünde TKP’nin mücadele tarihinin ve 20. Yüzyıl sosyalizm deneyimlerinin kimi yönlerine daha yakından bakmayı gerektiriyor.
Proletarya Sosyalizminin önder savaşçısı Hikmet Kıvılcımlı’nın 25 Mayıs 1971 gecesi Akdeniz sahilinde başlayan uzun yolcuğu 11 Ekim 1971 günü Belgrad’da sona erdi. Yukarıda sorduğumuz sorunun yanıtının özünü kendisi Brejnev’e yazdığı mektupta vermişti. Sorunun yanıtının özü, Kıvılcımlı’nın şu cümlelerinde bulunuyordu:
“Bir yandan 50 yıldan beri Komünist olarak suçlanmış bulunmak; öte yanda tam 51. Yıl, (kendilerine “Komünist” denilen) birkaç ‘Sosyalist’ ve ‘Demokrat’ devletin sınırları üstüne fırlatılıp atılınca, Anti-Komünist olarak suçlanmak… Bu anlaşılır şey olabilir mi? Bu ne cehennemcil ‘saçma diyalektik’tir? ‘Kader’in ne iblisçe sarakaya alışıdır? Yahut, nasıl bir bürokratça zihin tembelliğinin otomatizmidir.”
Kıvılcımlı’nın “Bürokratça zihin tembelliğinin otomatizmi” saptaması, hem TKP’nin 100 yıllık mücadele tarihinin, hem 20. Yüzyıl Sosyalizm deneyimlerinin önemli zaaf ve yetmezliklerini kavramak için anlamlı bir hareket noktası sunar. Lenin’in geliştirdiği teori ve pratik bütünlüğünde cisimleşen Bolşevizmin ayırt edici, temel iki özelliğinden ilki, Che’nin “iradeyi bir sanatçı titizliğiyle parlatmak” sözünde en güçlü ifadesini bulmuştur. Che bu sözü, yeni bir devrimci savaş başlatmak amacıyla Bolivya’ya doğru yola çıkmazdan önce ailesine yazdığı bir mektupta dile getirmişti. “İradeyi bir sanatçı titizliğiyle parlatmak”, devrimci bir savaş başlatmanın önkoşulu ve savaşı büyütebilmenin zorunlu koşuluydu.
İkinci özellik, Lenin’in emperyalist savaşın ateşleri arasında, bir sanatçı titizliğiyle parlattığı iradesinden beslenen teorik cesaret idi. Parlatılmış bir iradeyle beslenmeyen Marksist Teorinin gerçekliği devrimci bir tarzda kavramasının ve devrimci politik açılımlar üretmesinin mümkün olmadığı en net 1914 Ağustos’unda Avrupa’nın Marksizm Papa’larının oportünist politik tercihlerinde ve bu pratiklerine yön veren teorik üretimlerinde gözler önüne serilmişti. Lenin’in, Avrupa’da neredeyse tüm işçi ve sosyalist hareketi üzerinde güçlü bir hakimiyet kurmuş oportünizme karşı ödünsüz mücadelesi, “bir sanatçı titizliği ile parlattığı” devrimci iradesi ve bundan beslenen teorik cesaretine dayanıyordu.
Lenin’in dönemin uluslararası işçi ve sosyalist hareketine yönelik devrimci müdahalesi büyük bir “teorik cesaret” gerektiriyordu çünkü oportünizmin hareket üzerindeki “otoritesinin” kaynaklarından biri Marksizm’in kurucu önderleri Marks ve Engels’le gerçekleştirdikleri yakın mesaiydi. Onlar “otoritelerini” sadece kurucu önderlerle mesailerine borçlu değillerdi kuşkusuz; onlar aynı zamanda Avrupa’da hızla gelişen, güçlenen mesela Almanya’da 1912 yılında seçimlerde ülkenin en fazla oy alan politik partisi konumuna gelen SPD gibi büyük partilerin önderleriydi. Onlar dünyanın en gelişmiş ve kitlesel proletaryasının ekonomik ve politik örgütlerine sahip ülkelerde hareketin en belirleyici noktalarını tutuyorlardı. Öyle ya, “Yarı Asyatik” Rusya’nın, “yarı Asyatik” partisinin liderinin haddine mi düşmüştü Marksizm Papa’ları dururken uluslararası proletaryanın mücadelesinin yolunu aydınlatacak teorik ve politik açılımları yapmak.
Fakat vakit geldi ve Rusya işçi ve köylüleri Bolşevizm’in rehberliğinde Ekim’e yürüdü…
Marksizm’in Papa’ları bu kez Das Kapital’in üzerine el basarak, Ekim Devrimi’nin “tüm bilimsel tarih yasalarının ihlali” anlamına geldiğini, proletaryanın iktidar olamayacağını ancak Rus burjuvazisiyle “demokratik” bir uzlaşmaya ulaşıp, onunla “barış içinde bir arada yaşama” olanakları kazanabileceğini vaaz ediyorlardı. Vaaz ettikleri esas olarak 1914 Ağustos’undan itibaren kendi ülkelerinde yaptıkları idi. Ekim Devrimi’nin “tüm bilimsel tarih yasalarının ihlali” anlamına gelmesini, Rusya’nın sosyo-ekonomik geriliği, proletaryanın gelişmemişliği “Marksist” açıklamasına dayandırıyorlardı ancak Rusya’da Bolşeviklere önerdiklerinin aynısını kendi en gelişmiş proletaryaların bulunduğu ülkelerinde de benimsemişlerdi. Lenin’in teorik cesaretiyle açığa çıkardığı temel unsur, Papa’ların bu önerilerinin asıl nedeninin burjuvaziyle “barış içinde bir arada yaşama arzusu” olduğuydu. Böyle olduğu için, o dönem Lenin’in teorik ve politik çalışmaları esas olarak bu olgunun sosyal, ekonomik ve tarihsel temellerini açıklamaya yoğunlaştı.
Marksizm’in Papa’ları “Bürokratça zihin tembelliğinin otomatizmi” hastalığına yenik düşmüş, Marksizm’de devrimci olan ne varsa tümüne savaş açmıştı. Bolşevizm işte bu “bürokratça zihin tembelliğinin otomatizmi” ile girdiği keskin mücadele içinde kendini oluşturdu ve yeni düzeylere sıçrattı. Ekim Devrimi’nin kendisi bizatihi Bolşevizm’in uluslararası oportünizme karşı savaşının organik bir ürünüydü. Bolşevik önderlik, iç savaşı, sosyalist kuruluş sürecini sadece emperyalizme ve Rus burjuvazisine karşı zorlu ve kanlı bir devrimci savaşla değil, aynı zamanda uluslararası oportünizme karşı keskin bir mücadeleyle birlikte yürütmek zorunda kalmıştı. Bolşeviklerin NEP (Yeni Ekonomi Politika) politikası hakkında yazan Karl Kautsky, tam da bekleneceği gibi, Bolşeviklerin birkaç yıl içinde burjuvaziye teslim olmak zorunda kalacağının en önemli göstergesinin bu politika tercihi olduğunu keyifle belirtiyordu. Kendi ülkelerinde burjuvazinin sağlam politik aygıtlarına dönüşmüş bu unsurlar, doğal olarak Rusya’dan gelecek “emekçiler yenildi”, “Bolşevikler burjuvaziyle uzlaştı” müjdeli haberinin hayaliyle yaşıyordu.
Türkiye Komünist Partisi, Ekim Devrimi’nin tüm dünyada estirdiği devrimci rüzgarların doğrudan bir sonucu olarak doğdu. TKP’nin kurucu kadrolarının bir bölümü Rusya’da yaşanan kanlı iç savaşın ateşini elleriyle tutmuş devrimcilerdi. TKP’nin ülkeye dönme ve devrimci savaşı ülkede yükseltme hamlesi burjuvazinin şiddetiyle boğuldu. TKP ağır kayıplarına rağmen en zorlu koşullar altında mücadeleyi geliştirme hedefinden hiç vazgeçmedi. Hikmet Kıvılcımlı 1921 yılında Türkiye Komünist Partisi’nin gençlik örgütlenmesi içinde mücadeleye katıldı. 1925 yılında Akaretler Kongresi’nde MK üyeliğine seçildi.
Devrimci harekete katıldığı 1921 ile hayata gözlerini yumduğu 1971 yılları arasında burjuvazi tarafından 22 yıl hapishanede tutuldu. Burjuva devletin şiddetinin Kıvılcımlı üzerinde bu denli yoğunlaşmış olmasının temel nedeni, onun “bir sanatçı titizliği ile parlattığı” devrimci iradesi ve sınır tanımayan teorik cesaretiydi. Lenin, Ekim Devrimi’ni bir dünya devrimine ilerletme hedefiyle kurulan Komünist Enternasyonal’in ikinci kongresinden itibaren hareket içinde gelişen şabloncu, dogmatik anlayışlara karşı ideolojik mücadeleyi yükseltti çünkü bu anlayışlar “bürokratça zihin tembelliğinin otomatizmi” olarak varlık kazanan eski oportünizmin yeni versiyonlarıydı.
Bu eğilimin yaratacağı ciddi tehlikeleri gören Lenin, dogmatizme ve şablonculuğa karşı perspektif olarak “şimdi, her ülkenin Komünistlerinin hem oportünizm hem “Sol” doktrinerliğe karşı mücadelenin ana hedeflerini, hem de bu mücadelenin her bir ülkede, o ülkenin ekonomisinin, politikasının, kültürünün ve ulusal bileşiminin, sömürgelerinin, dini bölünmelerinin vesaire vesaire özgül karakterine bağlı olarak büründüğü ve kaçınılmaz olarak bürünmesi gereken somut özellikleri tamamen bilinçli biçimde dikkate alması hayati önem taşıyor” diye yazmıştı.
Kıvılcımlı ciddi bir Bolşevik militan olarak bu perspektifi çok ciddiye aldı ve bunun gereklerine uygun bir mücadele çizgisini yaşama geçirmeye çalıştı. 1928-1933 arasında Elazığ zindanında başlayan Türkiye’nin “ekonomisinin, politikasının, kültürünün ve ulusal bileşiminin, sömürgelerinin, dini bölünmelerinin” özgül karakteristiklerine bağlı olarak bürünen somut özelliklerin analizini merkeze alan önemli çalışmalar yaptı ve bu çalışmaları 1971 yılında halen devam ediyordu.
İşte bu nedenle, 22 Ağustos 1971 Pazar günü Kuzey Makedonya’nın Manastır şehrinde günlüğüne, “Niçin yaşıyorum? İşlerimden hemen hiç birisi bitmedi. Kimin bitmiştir ki? İçten örnek bildiğim Marks-Engels neyi bitirebildiler?” diye yazmıştı.
“İşlerin bitmemesi” bir kuraldı… Hayata devam ettikçe, “işler bitirilemiyordu”. Ne Marks, ne Engels, ne Lenin işlerini bitirebilmişti. İşlerin bitirilmesi ancak yeni yaratıcı kuşaklar işleri üstlendiğinde gerçeklik kazanabiliyordu. Bunun temel nedeni, Marksizm’in Marks’ın ifadesiyle bir “dogmalar koleksiyonu” değil yaratıcı bir yöntem olmasıydı. Lenin bu nedenle, Marksizm’in esas olarak “yöntemini” temel aldıklarını belirtmişti. İşte bu nedenle, işler hiç bitmemişti ve bitmeyecekti.
Bu gerçekliğin bilincine çok erken bir dönemde varan Kıvılcımlı için de işler yaşamı boyunca hiç bitmedi. O ölüme doğru adım adım ilerlediği son günlerinde dahi bir yandan pratik faaliyeti geliştirmeye çalışırken bir yanda da dünya ve ülke sorunlarını Marksizm’in yaratıcı yöntemiyle ele almaktan vazgeçmedi.
- kuruluş yıldönümü vesilesiyle TKP hakkında pek çok yazı, yorum ve kitap gündemde. Genel eğilim TKP’yi bir tür yekpare blok olarak karakterize ediyor. TKP güncel politik ihtiyaçlar için “anılacak” ya da “yüceltilecek” bir nesne olarak kullanılıyor.
Oysa, ne sunulduğu gibi “yekpare bir TKP” ne de bazı yorumlarda ifade edildiği gibi, “kesintisiz bir TKP pratiği” vardır. TKP’nin 50 yıllık savaşçısı Hikmet Kıvılcımlı, Sosyalist ülkelerin sınır kapılarından püskürtülürken, onun püskürtülmesine yol açan sahte belgeleri Sosyalist ülke arşivlerine yerleştirenler dönemin TKP “önderleridir”. Onların önde geleni, 1929 TKP tutuklamasında Kıvılcımlı ile birlikte yakalanan, sorguda çözülen ve sorguda direnen Kıvılcımlı’ya karşı polisle işbirliği yapan İsmail Bilen’dir. (1929 TKP Davası, Tüstav Yayınları, sf. 39-43, 83)
İsmail Bilen, Kıvılcımlı’nın 3. Ölüm cezası olarak adlandırdığı muameleye tabi tutulmasına neden olduğu dönemde, tam 35 yıldır Sosyalist ülkelerde yaşamaktadır, 35 yıl boyunca ülkeye adım atmamıştır, ülkenin sosyal mücadele dinamikleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. O, gerçek bir devrimci savaşçı değil, zamanın “otoritesinin” atadığı sözde komünizm lideriydi.
Kıvılcımlı’nın “ölüm fermanını” veren “komünizm liderlerinin” gerçek kimliğini en iyi onların kendi yazdıklarından öğrenebiliriz. Marat, İsmail Bilen’in parti faaliyetlerinde kullandığı kod isimdir. Kendisi de 1961’de hapishaneden çıkışından sonra Sosyalist ülkelerde Marat’la uyumlu bir parti faaliyeti yürüten, onunla yurt dışında TKP’yi yeniden kuran Zeki Baştımar, Marat tarafından partiden tasfiye edilmesi sonrasında Bulgar Komünist Partisi’ne yazdığı raporda şunları anımsamıştır:
“İkinci Dünya Harbi sırasında ve daha sonraları bir matbaa şöyle dursun bir şapigrofa can atıyorduk. Marat bıraktığı matbaayı bir daha arayıp sormamıştır. Partinin yalnız matbaasıyla değil, kendisiyle de ilgilenmemiştir. Hele Komintern ortadan kalkınca, Marat kendisini büsbütün serbest saymış, o şekilde hareket etmiştir. 1943 yılından beri TKP’nin bütün Merkez Komite üyelerini içine alan büyük tevkifler oldu. Marat’ın memlekete dönmesi ve yıllarca faaliyeti aksayan parti ile ilgilenmesi gerekirdi. Bunu aklından bile geçirmedi. Üstelik gerçek durumu kardeş partilerden gizledi: her tevkifatı kendi faaliyetinin bir delili, adeta bir övünme sebebi saydı.”
Tabii ki, Baştımar bunları Bilen’in ona karşı giriştiği devirme hamlesi dönemine kadar anımsamamıştır. Onlar Kıvılcımlı’nın ifadesiyle “Turhallı hep bir hallı idiler”, aynı yolun yolcusuydular. Bu nedenle, onların “ifşaatları” kaynağını devrimci ihtiyaçlardan değil kişisel ihtiyaçlardan aldı.
Baştımar kardeş partilere yazdığı raporunda Bilen hakkında “yeni” anımsadığı gerçekleri art arda sıralamıştı:
“Partimizin durumunu, eski ve tecrübeli yoldaşlara ihtiyacını göz önünde tutarak, Marat’ın hiçbir surette affedilmeyecek, komünist moraliyle bağdaşmayacak davranışlarını çoğu zaman yüzüne vurdum, fakat açığa vurmadım.”
Bu raporları yazan Baştımar Bilen ile birlikte, Kıvılcımlı hakkında verilen 3. ölüm cezasından birinci derecede sorumluydu. “Komünist moral” sadece onun kişisel ihtiyaçları gerektirdiğinde gündeme geliyordu. Kıvılcımlı ile aralarındaki temel farklılıkta, “komünist moral” belirleyici noktaydı.
İşte bu tarihsel gerçeklikler nedeniyle, TKP’nin mücadele tarihini “yekpare bir bütünlük” olarak sunan anlayışlara karşı köklü bir itirazımız var. Kıvılcımlı’nın devrimci bir militan olarak 50 yıla yayılan devrimci teori ve pratik birikimi sürekli olarak yeni açılımları esas alıyor ve zamanının devrimci savaşlarına zengin bir perspektif sunmayı hedefliyordu.
TKP zamanın “otoritelerinin” dışarıdan atamalarıyla değil, ülkede mücadele eden savaşçıların ürettiği teori ve pratiklerle var olmuş, gelişmişti. Hikmet Kıvılcımlı TKP’nin var olduğu 50 yılda hep mücadelenin önünde, düşmanın hedefindeydi. Böyle olduğu için, 1960’larda hızla öne çıkan yeni devrimci dinamiklerle buluştu.
- kuruluş yıldönümünde TKP’nin mücadele tarihinden öğrenmenin yolu, bu birikimin eleştirel bir analizini gerçekleştirmekten geçer. Meseleye bu perspektifle yaklaşılmadığında, devrimci tarihimiz günümüzün mücadele dinamiklerine dönüşemez. Devrimci tarihimizi günümüzün mücadele dinamiklerine dönüştürme yoluna girildiğinde, yarattığı devrimci değerler ve ürettiği teorik ve politik çalışmalarla Hikmet Kıvılcımlı gerçeği en canlı haliyle karşımıza çıkar.
Hikmet Kıvılcımlı yarattığı devrimci değerlerle hep günceldir. Ondan öğrenmek, coğrafyamızdaki her devrimciye daha güçlü mücadele araçları sunacaktır. Kıvılcımlı’nın yarattığı devrimci değerler, günümüzün zorlu koşullarında devrimci savaşı yükseltmeye çalışan devrimcilerin akıttığı kan ve döktüğü terde somutlaşmaktadır. TKP’nin ve Kıvılcımlı’nın mücadele tarihine sahip çıkmak, bugün devrimci savaşı büyütme iradesini kuşanmak anlamını taşır.